30 Nisan 2014 Çarşamba

BAL




Ben yalnız bir çocuktum. İlk ayakkabılarımı giyip adımlar attığımda annem vardı yanımda düşüşümü seyreden. Bir de babam kollarını açıp beni bekleyen. Ana okulundayken de yalnızdım. Herkesin canlı bebeği vardı sevip okşadığı güldüğü oynadığı. Oyun arkadaşlığı yaptığı birileri vardı işte.. Benim yoktu..  Kömürlükten bozma odamda yalnızdım hep. Kırmızı ışığımı yakıp günlükler tutardım odaya sığmayan ranzamın üstünde. Ve hep tek bir şey için dua ederdim..
 İlkokul birinci sınıftayken okumaya geçen ilk ben olmuşken ve de takmışken öğretmenim boynuma kıpkırmızı bir elma yine yalnızdım. Karnemin hepsi beşken, yıl sonu müsameresinde gelinlik giymişken yine yalnızdım. Annem babam ve ben.  Anlamsızca hüküm sürdüğüm yalnızlığımın gölgesinde geçirdim ömrümün ilk sekiz senesini. Her bir anını an gibi hatırladığım sekiz seneyi tek başıma tükettim. Sonra geceler boyu dilediğim dileğimi anneme söylemeye başladım.  Derken annem kocaman bir top yutmuştu bir anda..  Bak ”kardeşin” diyerek dokundurmuştu minik ellerimi sana.  Leylekler getirecekti seni ve bu yüzden hep gökte aramıştı gözlerim seni.. Gelişini beklemek çok keyifliydi. Hayallerle dolu bir yolculuk. An be an var oluşunu seyrettim ellerimle.. Avuçlarımda büyüdü annemin karnındaki renkli top.. 
Bahar geldi sonra yeryüzüne. Çiçek açtı her yer. Mis gibi yeşil koktu tüm mekanlar… İşçi babamdan anlamını öğrendiğim o gün konuvermiştin annemin kollarına. Ben okuldaydım belki de o yüzden göremedim seni getiren leylekleri.. Ömrümün son deminin kokusunu duyarken bile unutmayacağım bir anı yaşattın bana.  Eve geldiğinde sekiz yaşım birileri alıp sarmaladı beni. Sevinç çığlıklarıyla oyalamaya çalıştılar yazı tahtası olarak kullandığım dış kapımızın önünde. İnatla seni görmeye çalıştıkça tuttular beni belimden.. Ben kaçtım onlar yakaladı.. Derken araladım odanın kapısını.. Annemi gördüm yatakta..  Kucağında bembeyaz bir yumak… Ve yalnızca bir çift ayak.. Korktum önce.. Seni yaratık sandım.. Ayakları olan bir yumak gibiydin.. Şaşkınlığımı anlayan koca koca insanlar kahkahaya boğuldular.. Sonra o çirkin yüzünü gösterdiler bana.  Nasıl sevindim anlatamam. Artık benim de canlı bebeğim olmuştu. Ben istemiştim annem de bana almıştı işte seni..
Seni görmeye gelen büyükler artık beni sevmez olmuştu. Günlerce pabucumun neden dama çıktığını anlamaya çalıştım durdum..  Sahi neden çıkmıştı ki?
 Ellerimi tanımıştın.. Sana dokunduğum her an yüzünde beliren salak tebessümden anlamıştım ben.. Sen beni tanımıştın..
Hayatımın en özel anını yaşattın sen bana.. Minik kalbinle hem de..  Seni ben de büyüttüm.. Müzik öğretmenimin bana öğrettiği şarkıları flütümle çalarak uyuttum hep seni. Salıncaklara bindirip uçarcasına salladım hep.. Benim olamayan şeyler senin olsun istedim.. Ben ailemin yokluğuydum sen sağlığı..  Neyse ki ikimiz de sonradan oluverdik
J
  Sen benim en zayıf noktamsın hep derim. Belki de senin göbek bağınla birlikte gömdüklerinden benim göbek bağımı ondan bağlıyım sana bu denli..  Aynı yere gömülü bağcıklarımız..
   Koca bir deryasın bende. Yüze yüze bitiremediğim sularımsın. Denizimsin. Güneşimsin. Gecelerimsin. Gözyaşımsın hep. Mutluluğumsun. Çocukluğum gençliğimsin hep. Sen benim dünümsün. Ben senin yarının.
 İyi ki varsın bal.  İyi ki dilemişim seni ben Tanrıdan.. İyi ki yutmuş annem o koca topu ve iyi ki getirmiş seni leylek kardeş bana..
  Dünyama geldiğin günün kutlu olsun.. 20 sene önce bana hayatımın en güzel gününü yaşattığın için de ablan sana kurban olsun
J

Seni seviyorum. Birlikte nice senelere… 

30 Aralık 2013 Pazartesi

İkibinondört

Baharın son demiydi hayatlarına gökten düştüğüm o an. Lal kesildim. Âma oldum bir eylül sabahı. Bilmediğim diyarlara terketmişti beni devlet babacığım. Penceremden görünen manzara okuldu sadece. Her akşam okula bakararak uyur, her sabah zil sesiyle uyanırdım.. Sonra bembeyaz örtüsünü örtünce Tanrı bizlere, birbirimize sarılarak ısındık minicik yüreklerle. Doğuydu orası. Yokluktu öteki adı. Soğuktu. Kalın derili, gür kaşlı, esmerdi. Lakin çocuklar hep beyazdı. İki bin on üçü karşılarken beraber, üzerimizde montlarımız vardı. Bazılarında sadece mavi önlük.. Kat kat giyinip de yine de üşürken biz kocaman insanlar, onların yürekleri ısıtırdı bedenlerini hep.. Çocuklarım.. Koyun kokan evlatlarımı bir kış sabahı bırakıverdim Şubat'ın kollarına.. Sonra pırrrrr uçuverdim Batı'nın kucağına..
Doğunun yazını üşüyerek geçirdiğim günlerden sonra metropole düşen yolumda kayboldum evvela. Metro istasyonlarına hapsoldum. Geçemedim bir türlü karşıdan karşıya. Kimseye çarpmadan yürüyemedim kaldırımlarda. Vapurlara koşarak binmeyi öğrendim oturabilmek için. Koşmanın ne mühim bir eylem olduğunu ve hep bir yerlere yetişmenin zorluğunu öğrendim batının en afillisinde. Zamanın gelişini dört gözle beklerken dağların ardında, ona veda edemeden gittiğini gördüm batıda.. Zaman yoktu. An yoktu buralarda. Hep geçmiş yaşanıyordu işte doğuda umulan geleceğe inat.. Hep kaçıyordu her şey ve herkes koşuyordu işte buralarda.. Suratlarda koca bir endişeyle asılmış yüzler dolaşıyordu Kız Kulesinin göz kırptığı diyarlarda..  Kar yağıyordu beyazını gösterene dek sonra ver elini koca bir telaş. Bir buçuk metre karın tam ortasında kurtlar kovalarken tezek kokan sobalı evlerine giden çocukları, ona inat mahsur kalıyordu şehirliler tuptuzlu yollarda..
 Uğurlarken iki bin on üçü gündemdeki ayakkabı kutularına ayağında terlikle kilometrelerce yürüyerek okumaya giden çocukların umutlarını sığdırarak, bilmem kaç lira para bayılınan partilerde karşılıyoruz iki bin on dördü. Ho ho ho ho....

Her şey bir yana kopardığım her takvim yaprağı musmutlu evlatlar bağışlıyor bana. Her biri sol yanımda derin izler bırakıyor..

Doğudakinin batısıyla özdeş olduğu yıllar ve evlatlar diliyorum herkese..

Mutlu yıllar! 

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Merdiven



Masum bir ağustos sabahı uğurlarken seni evimizin kapısından gözlerim dalıverdi merdivenlerin en derinine. Bir rüzgar esti evimden saçlarıma. Dağ kokuyordu her yan. Deniz kokuyordu sonra. Gidişlerim çıktı karşıma. Ağlayarak. Veda edişlerin beni. Sonra ver elini şafak sayma keyifsizliği. Bir güldüm bin düşündüm. Sana yazdığım geceler geçti önümden. Selamlayarak bizi. Meğer ne güzelmiş güneşin batışına dek olan ayrılıklar. Meğer ne güzelmiş geleceğini bilerek uğurlamak seni. Meğer ne öteymiş her sabah yaşadığım ayrılığın akşamında, vuslatların oluşu. 
Yığınla saydığımız günlerin ardındaki sabahları birlikte karşılamak ne büyük bir ödülmüş meğer.
Yine ve her zaman Şükürler Olsun ! Beni sana , aileme kavuşturan Allah'a.
Ağaç kokan bir kitabın sayfasında buldum Atilla İlhan'ın hissi senedini, gezdiresin gözlerini cümlelerin yeşillerinde diye. Sonra sadece yum gözlerini..


"Sarmaşıklı bir ev, güneşli tertemiz camları,yine chopin’den révolution’u çalar komşumuz,sen işinden ben işimden dönünce akşamları,soframız hazır taze ekmek limon çiçekleri,billur bardakta şeker gibi tatlı suyumuz,sonra ben sana nâzım’dan şiirler okurken,üşüşür penceremize gece kelebekleri,artık dalar gönlümüzce büyük şeyler düşünürüz,neler düşünürüz sevgilim neler düşünürüz,her sıçrayış bir birikişe bakar,her birikiş bir sıçrayışı hazırlar,baştan başa tarih birikip sıçramalarla doludur,yine chopin’den révolution’u çalar komşumuz,saat kulesi gecenin on birini vurur,varıp deliksiz uyuruz uyuruz sabahleyin,bıraktığımız yerden hayata başlamak için…

10 Şubat 2013 Pazar

Vakit Tamam

 Ne heyecanlıydım bu dağlara adım attığım ilk an. Elimde evraklarım yanımda ailem oradan oraya koşuşturarak birkaç güne sığdırdık ilk ayrılık acımızı. İlk kez ailemden ayrı bir evde uyuyacaktım artık. İlk kez uzağında olacaktım annemin. İlk kez pazar sabahları uyandıramayacaktı babam beni en sevdiğim uykumdan..
İnsanlar gördüm. Tel tel. Renk renk. Katran karasını da gördüm kar beyazını da. Alını da morunu da..
Çocuklar gördüm. Cana can katan. Yüreklerinin temizliği yansımasa da çamurlu yüzlerine, evlat gibi sevdim onları. Ailemsiz geçirdiğim günlerde kendime minik ellerle çekirdek aileler kurdum. Anası da ben babası da ben olan...

Öğretmek için geldiğim dağlarda  öğrenmeye yenik düştüm. Korkuyu, yalnızlığı, soğuğu öğrendim zerreme kadar. Düştüğüm anlarım da oldu lakin çocuklarım sardı yaralarımı. Yoldaş oldular soğuğun karanlıklarında bana. Yar oldular. Evlat oldular.

Yirmi beş senemde göremeyeceğim kadar hayat gördüm ülkemin doğusunda. Hayatımın en büyük dersini aldım meslek hayatımın ilk yıllarında..

Şimdi evlat acısını gömüp sol yanıma bırakıp aklımı buralarda gidiyorum ben hayali kurulan batılara..


Vakit tamam.

Hoşça kalın dağ çiçeklerim...

24 Aralık 2012 Pazartesi

Aralık

 Büyümüşlüğümün son demlerinde ağustos sıcağına hayıflanırken , uzun saçlarında uçarcasına sallanacağımı bilmeden düştüm yollara. Doğduğum şehir kokuyordun sen.  Koşar adımlarla kaçtığım için toyluğumdan,  nefes nefeseydim yanında...  Aslında çok uzaklara gidecektim ben. Bırakmadın...

Beni tutuşlarının gücünde uçurdum uçurtmalarımı. Geceleri duyduğum seslerden korkup kaçtığım yerdi sesin. Düşmeye meylettiğim yerlerde sen vardın avuçların açılmış semaya..

Babamın kokusu, babamın sesi, babamın geceleri üzerimi örtüşü, babamın işten geldiği andaki yorgunluğu, babamın bana bakışı, babamın beni herkeslerden koruma güdüsü ve aslında  babam vardı sende.. Sende uyuklamalarımın, sende bulduğum huzurun mayası budur belki de..

Dört mevsim önce birlikte mumları üfleyeceğimize sen asker ocağında ben dağların başında söz verdik. Olmadı. Sözümüzü bize tutturmadılar...

Yüreğimin bam telindeki notalardan çalıyorum gözyaşımdaki "lâ" sesini..



Ama yine de aralığın son demlerindeki karanlığı çalan lambanın şavkına şükürler olsun.

Kırılmış söğüt dallarımdan sesleniyorum sana avazım çıktığı kadar.

"İYİ Kİ VARSIN"

Dünyama geldiğin günün, günümüz kutlu olsun.

Nice birlikte senelere!

10 Kasım 2012 Cumartesi

Ay Hapsi

  Sarı sonbahara uyandım  birbirini takip eden ve esas duruşa geçen sayıları doğuran bu sabah. Bir fırtına tuttu beni sonrasında.. Sancılarımla besteledim yanık türkülerimi...  Ben yaktım ucundan notaları,  gözlerim çaldı bedenimi saran tellerin konuşturduğu bağlamayı.. Dile geldik bugün yanan canımla.

Bir değişiklik yapıp pembe duvarımda sallanan Eyfel Kulemin solundaki mezarlık manzaralı balkonuma çıktım bugün. Volta attım üç adımlık mekanda. Derin derin nefesler aldım sonra buğusundan küçük beyaz bulutlar doğurduğum..Mehtaba  karşı Türk Kahvemi de yudumladım telvesinden geleceğimi yorumladığım, dlieklerimin ucuna ip bağlayıp fincanımın en derinine salladığım..

Odamın her köşesini arşınlayıp,  her açıyla  diz çöktüm kesilmeyen elektriğin aydınlattığı televizyonumun önünde..

Ağustosun en altısında  kanaviçe işler gibi ince ince işlediğim soyadım, boğaz turları atarken yoldaşlarıyla,  ben ise mutfak pencereme koştum bir hışımla. Yaprakların hışırtısını dinledim bir değişiklik yaparak. Yağmurun senfonisine kulak verdim sonra. Ayaktaydım lakin yorulmadım.. Sadece yalnızdım oysa ki..

Susturdum sonra doğayı tüm sarışın ve uzun tırnaklı hemşirelere inat. Avaz avaz sustum ben de. Öyle susuşlarım oldu ki bu gece;  kalabalığın arasında  seyahat eden yanık kahkahalara  karışıverdim gizlice..

Uzaklardan yakaladım,  limon kokulu bir bulaşık deterjanıyla boyanmış baloncukları.. Avuçlarımda duruyor hala..

Nefes nefeseyim. Can acılarımı hüzünlerime karıştırarak potpori yaptım tüm İstiklal'de avare avare gezinebilen   insancıklara..  Canları sıkıldıkça şöyle bir tur atıp bir de deniz havasını da heybelerine ekleyip hala iflah olamayan insancıklara..  Her hafta sonu gürültüler büyütüp batıya migren olan insancıklara işte..


Üç odalı ülkemde Kasım'daki yasımı tutuyorum halbuki ben..

Artık güneşi geç batırmak istiyorum ve de ben...













9 Kasım 2012 Cuma

Sim


Karanlığı mesken bellediğim ;  kışa  asker selamı çakan beli bükük bahar günlerinde;  ayağıma sardığım sarı simli patiklerle ısınmanın acı tatlı hüznünü yaşamaktayım. Hangi buruşmuş, yıllara analık etmiş ellerin,  günlerce yorulmadan dokuduğunu bilmesem de,  o kınalı ellerin ait olduğu simaları tanımasam da şükrediyorum  heybetli bir çınarın gölgesine meylettiğim odamın sağ köşesinde..

 Karıncaların kıvrımlarına hayretliğimden midir bilinmez günlerdir aynı sabır ve sükunetle rakamları öğretiyorum çok aylıklarıma.  İlk göz ağrılarımla kan bağlarının kuvvetliliğinden, yabancılık çekmiyorum hiçbirinin yüzüne..  Ellerimle doyuruyorum karınlarını, ellerimle temizliyorum burunlarından dudaklarına doğru süzülenleri.. Sarıp sarmalıyorum her birini.  Kalp atışlarını dinliyorum onlara dokunduğumda. Fırtınanın dalgalara çarpışı gibi ivmeli oysa..

Dağlarına bir türlü alışamadığım şu diyarlarda çocuklara saklıyorum tüm anaç duygularımı.  Islak kalemlerine dokunduğum o anda  iğrenmediğimi hissettiğimde,  düğümleri çözmekle uğraşıyor ses tellerim.  Boğuk, donuk ve titrek vızıldıyorum sonrasında..

Çöp kovasını iki yanından tutmuş okulun arkasında açılmış kuyuya dökmek üzere yol almış  ikizlere ilişiyor gözüm .  Savaş’ın ve Barış’ın aslında ne olduğunu o  an anlıyorum.. İkisinin de tek amacı döküvermek birikenleri.. 


Ne tuhaf… Belki de seksenlerin son demlerinde baş gösteriyordu böyle yokluklar..
İlk kez güneşin  ülkemin doğusuna gülümsemesinden midir yaşanılan bu derin karanlık bilinmez ama  sıcak günlerde kalın parkalarına  gizleniyor elleri kara ve büyük adamlar. Başlarındaki çembere sıkıştırıyor  eşmelerin pınarlarındaki kırmızı yanaklı kadınlar şişi inmiş karınlarına sığdırdıkları yeni dünyaları..
Dağ havasını  ilk kez solumamın, baba ocağımdan ayrılmamın  üzerinden bir koca yıl geçirdim. Özünde dört  mevsim barındıran ülkemin sadece birisiyle idare eden insanlarla tanışmamın sene-i devriyesi..

Yüzüksüz  arşınladığım kalelerin başındaki yollarda gariptir ki sol parmağıma  işlediğim yeni  soy adımla adımlıyorum aynı çıkmazları… Yalnızlığımı elimden alan adama şükrederek adımlıyorum o yolları..

Karadeniz’imin yeşillerini  biriktirdiğim ruhumdan çalıyorum ömrümü..  Hayallerimin sığlarında boğuluyorum farkında olmadan. Bu kadar imkansızında uçarcasına sallanacağımı düşlememiştim oysa ki..

Yağ satıp da yanına balını iliştiren çocuklarla kaçan tavşanların onları kovalayan tazıların peşlerine düşüşlerim belki de bu yüzden..    Zürafaların aşkına fillerin düştüğü şaşkınlıkla  yumuyorum gözlerimi bir sonraki sabaha..

Biliyorum bir gün postacı gelecek. Ve bana selam verecek.. Sonrasında elimdeki valizime sıkıştırıp iki koca dili ve  uçurumun ayırdığı diyarları alıp başımı gideceğim ait olduğum yere..  Aklımı bırakıp yol alacağım bir asır ötesine.. Geçmişlerden geleceğe uçacağım  adıma ayrılmış koltukta  hem de..