Karanlığı mesken bellediğim ; kışa
asker selamı çakan beli bükük bahar günlerinde; ayağıma sardığım sarı simli patiklerle
ısınmanın acı tatlı hüznünü yaşamaktayım. Hangi buruşmuş, yıllara analık etmiş
ellerin, günlerce yorulmadan dokuduğunu
bilmesem de, o kınalı ellerin ait olduğu
simaları tanımasam da şükrediyorum
heybetli bir çınarın gölgesine meylettiğim odamın sağ köşesinde..
Karıncaların kıvrımlarına hayretliğimden midir bilinmez günlerdir aynı sabır ve sükunetle rakamları öğretiyorum çok aylıklarıma. İlk göz ağrılarımla kan bağlarının kuvvetliliğinden, yabancılık çekmiyorum hiçbirinin yüzüne.. Ellerimle doyuruyorum karınlarını, ellerimle temizliyorum burunlarından dudaklarına doğru süzülenleri.. Sarıp sarmalıyorum her birini. Kalp atışlarını dinliyorum onlara dokunduğumda. Fırtınanın dalgalara çarpışı gibi ivmeli oysa..
Dağlarına bir türlü alışamadığım şu diyarlarda çocuklara saklıyorum tüm anaç duygularımı. Islak kalemlerine dokunduğum o anda iğrenmediğimi hissettiğimde, düğümleri çözmekle uğraşıyor ses tellerim. Boğuk, donuk ve titrek vızıldıyorum sonrasında..
Çöp kovasını iki yanından tutmuş okulun arkasında açılmış kuyuya dökmek üzere yol almış ikizlere ilişiyor gözüm . Savaş’ın ve Barış’ın aslında ne olduğunu o an anlıyorum.. İkisinin de tek amacı döküvermek birikenleri..
Ne tuhaf… Belki de seksenlerin son demlerinde baş gösteriyordu böyle yokluklar..
İlk kez güneşin ülkemin doğusuna gülümsemesinden midir yaşanılan bu derin karanlık bilinmez ama sıcak günlerde kalın parkalarına gizleniyor elleri kara ve büyük adamlar. Başlarındaki çembere sıkıştırıyor eşmelerin pınarlarındaki kırmızı yanaklı kadınlar şişi inmiş karınlarına sığdırdıkları yeni dünyaları..
Dağ havasını ilk kez solumamın, baba ocağımdan ayrılmamın üzerinden bir koca yıl geçirdim. Özünde dört mevsim barındıran ülkemin sadece birisiyle idare eden insanlarla tanışmamın sene-i devriyesi..
Yüzüksüz arşınladığım kalelerin başındaki yollarda gariptir ki sol parmağıma işlediğim yeni soy adımla adımlıyorum aynı çıkmazları… Yalnızlığımı elimden alan adama şükrederek adımlıyorum o yolları..
Karadeniz’imin yeşillerini biriktirdiğim ruhumdan çalıyorum
ömrümü.. Hayallerimin sığlarında
boğuluyorum farkında olmadan. Bu kadar imkansızında uçarcasına sallanacağımı
düşlememiştim oysa ki.. Karıncaların kıvrımlarına hayretliğimden midir bilinmez günlerdir aynı sabır ve sükunetle rakamları öğretiyorum çok aylıklarıma. İlk göz ağrılarımla kan bağlarının kuvvetliliğinden, yabancılık çekmiyorum hiçbirinin yüzüne.. Ellerimle doyuruyorum karınlarını, ellerimle temizliyorum burunlarından dudaklarına doğru süzülenleri.. Sarıp sarmalıyorum her birini. Kalp atışlarını dinliyorum onlara dokunduğumda. Fırtınanın dalgalara çarpışı gibi ivmeli oysa..
Dağlarına bir türlü alışamadığım şu diyarlarda çocuklara saklıyorum tüm anaç duygularımı. Islak kalemlerine dokunduğum o anda iğrenmediğimi hissettiğimde, düğümleri çözmekle uğraşıyor ses tellerim. Boğuk, donuk ve titrek vızıldıyorum sonrasında..
Çöp kovasını iki yanından tutmuş okulun arkasında açılmış kuyuya dökmek üzere yol almış ikizlere ilişiyor gözüm . Savaş’ın ve Barış’ın aslında ne olduğunu o an anlıyorum.. İkisinin de tek amacı döküvermek birikenleri..
Ne tuhaf… Belki de seksenlerin son demlerinde baş gösteriyordu böyle yokluklar..
İlk kez güneşin ülkemin doğusuna gülümsemesinden midir yaşanılan bu derin karanlık bilinmez ama sıcak günlerde kalın parkalarına gizleniyor elleri kara ve büyük adamlar. Başlarındaki çembere sıkıştırıyor eşmelerin pınarlarındaki kırmızı yanaklı kadınlar şişi inmiş karınlarına sığdırdıkları yeni dünyaları..
Dağ havasını ilk kez solumamın, baba ocağımdan ayrılmamın üzerinden bir koca yıl geçirdim. Özünde dört mevsim barındıran ülkemin sadece birisiyle idare eden insanlarla tanışmamın sene-i devriyesi..
Yüzüksüz arşınladığım kalelerin başındaki yollarda gariptir ki sol parmağıma işlediğim yeni soy adımla adımlıyorum aynı çıkmazları… Yalnızlığımı elimden alan adama şükrederek adımlıyorum o yolları..
Yağ satıp da yanına balını iliştiren çocuklarla kaçan tavşanların onları kovalayan tazıların peşlerine düşüşlerim belki de bu yüzden.. Zürafaların aşkına fillerin düştüğü şaşkınlıkla yumuyorum gözlerimi bir sonraki sabaha..
Biliyorum bir gün postacı gelecek. Ve bana selam verecek.. Sonrasında elimdeki valizime sıkıştırıp iki koca dili ve uçurumun ayırdığı diyarları alıp başımı gideceğim ait olduğum yere.. Aklımı bırakıp yol alacağım bir asır ötesine.. Geçmişlerden geleceğe uçacağım adıma ayrılmış koltukta hem de..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder