24 Aralık 2012 Pazartesi

Aralık

 Büyümüşlüğümün son demlerinde ağustos sıcağına hayıflanırken , uzun saçlarında uçarcasına sallanacağımı bilmeden düştüm yollara. Doğduğum şehir kokuyordun sen.  Koşar adımlarla kaçtığım için toyluğumdan,  nefes nefeseydim yanında...  Aslında çok uzaklara gidecektim ben. Bırakmadın...

Beni tutuşlarının gücünde uçurdum uçurtmalarımı. Geceleri duyduğum seslerden korkup kaçtığım yerdi sesin. Düşmeye meylettiğim yerlerde sen vardın avuçların açılmış semaya..

Babamın kokusu, babamın sesi, babamın geceleri üzerimi örtüşü, babamın işten geldiği andaki yorgunluğu, babamın bana bakışı, babamın beni herkeslerden koruma güdüsü ve aslında  babam vardı sende.. Sende uyuklamalarımın, sende bulduğum huzurun mayası budur belki de..

Dört mevsim önce birlikte mumları üfleyeceğimize sen asker ocağında ben dağların başında söz verdik. Olmadı. Sözümüzü bize tutturmadılar...

Yüreğimin bam telindeki notalardan çalıyorum gözyaşımdaki "lâ" sesini..



Ama yine de aralığın son demlerindeki karanlığı çalan lambanın şavkına şükürler olsun.

Kırılmış söğüt dallarımdan sesleniyorum sana avazım çıktığı kadar.

"İYİ Kİ VARSIN"

Dünyama geldiğin günün, günümüz kutlu olsun.

Nice birlikte senelere!

10 Kasım 2012 Cumartesi

Ay Hapsi

  Sarı sonbahara uyandım  birbirini takip eden ve esas duruşa geçen sayıları doğuran bu sabah. Bir fırtına tuttu beni sonrasında.. Sancılarımla besteledim yanık türkülerimi...  Ben yaktım ucundan notaları,  gözlerim çaldı bedenimi saran tellerin konuşturduğu bağlamayı.. Dile geldik bugün yanan canımla.

Bir değişiklik yapıp pembe duvarımda sallanan Eyfel Kulemin solundaki mezarlık manzaralı balkonuma çıktım bugün. Volta attım üç adımlık mekanda. Derin derin nefesler aldım sonra buğusundan küçük beyaz bulutlar doğurduğum..Mehtaba  karşı Türk Kahvemi de yudumladım telvesinden geleceğimi yorumladığım, dlieklerimin ucuna ip bağlayıp fincanımın en derinine salladığım..

Odamın her köşesini arşınlayıp,  her açıyla  diz çöktüm kesilmeyen elektriğin aydınlattığı televizyonumun önünde..

Ağustosun en altısında  kanaviçe işler gibi ince ince işlediğim soyadım, boğaz turları atarken yoldaşlarıyla,  ben ise mutfak pencereme koştum bir hışımla. Yaprakların hışırtısını dinledim bir değişiklik yaparak. Yağmurun senfonisine kulak verdim sonra. Ayaktaydım lakin yorulmadım.. Sadece yalnızdım oysa ki..

Susturdum sonra doğayı tüm sarışın ve uzun tırnaklı hemşirelere inat. Avaz avaz sustum ben de. Öyle susuşlarım oldu ki bu gece;  kalabalığın arasında  seyahat eden yanık kahkahalara  karışıverdim gizlice..

Uzaklardan yakaladım,  limon kokulu bir bulaşık deterjanıyla boyanmış baloncukları.. Avuçlarımda duruyor hala..

Nefes nefeseyim. Can acılarımı hüzünlerime karıştırarak potpori yaptım tüm İstiklal'de avare avare gezinebilen   insancıklara..  Canları sıkıldıkça şöyle bir tur atıp bir de deniz havasını da heybelerine ekleyip hala iflah olamayan insancıklara..  Her hafta sonu gürültüler büyütüp batıya migren olan insancıklara işte..


Üç odalı ülkemde Kasım'daki yasımı tutuyorum halbuki ben..

Artık güneşi geç batırmak istiyorum ve de ben...













9 Kasım 2012 Cuma

Sim


Karanlığı mesken bellediğim ;  kışa  asker selamı çakan beli bükük bahar günlerinde;  ayağıma sardığım sarı simli patiklerle ısınmanın acı tatlı hüznünü yaşamaktayım. Hangi buruşmuş, yıllara analık etmiş ellerin,  günlerce yorulmadan dokuduğunu bilmesem de,  o kınalı ellerin ait olduğu simaları tanımasam da şükrediyorum  heybetli bir çınarın gölgesine meylettiğim odamın sağ köşesinde..

 Karıncaların kıvrımlarına hayretliğimden midir bilinmez günlerdir aynı sabır ve sükunetle rakamları öğretiyorum çok aylıklarıma.  İlk göz ağrılarımla kan bağlarının kuvvetliliğinden, yabancılık çekmiyorum hiçbirinin yüzüne..  Ellerimle doyuruyorum karınlarını, ellerimle temizliyorum burunlarından dudaklarına doğru süzülenleri.. Sarıp sarmalıyorum her birini.  Kalp atışlarını dinliyorum onlara dokunduğumda. Fırtınanın dalgalara çarpışı gibi ivmeli oysa..

Dağlarına bir türlü alışamadığım şu diyarlarda çocuklara saklıyorum tüm anaç duygularımı.  Islak kalemlerine dokunduğum o anda  iğrenmediğimi hissettiğimde,  düğümleri çözmekle uğraşıyor ses tellerim.  Boğuk, donuk ve titrek vızıldıyorum sonrasında..

Çöp kovasını iki yanından tutmuş okulun arkasında açılmış kuyuya dökmek üzere yol almış  ikizlere ilişiyor gözüm .  Savaş’ın ve Barış’ın aslında ne olduğunu o  an anlıyorum.. İkisinin de tek amacı döküvermek birikenleri.. 


Ne tuhaf… Belki de seksenlerin son demlerinde baş gösteriyordu böyle yokluklar..
İlk kez güneşin  ülkemin doğusuna gülümsemesinden midir yaşanılan bu derin karanlık bilinmez ama  sıcak günlerde kalın parkalarına  gizleniyor elleri kara ve büyük adamlar. Başlarındaki çembere sıkıştırıyor  eşmelerin pınarlarındaki kırmızı yanaklı kadınlar şişi inmiş karınlarına sığdırdıkları yeni dünyaları..
Dağ havasını  ilk kez solumamın, baba ocağımdan ayrılmamın  üzerinden bir koca yıl geçirdim. Özünde dört  mevsim barındıran ülkemin sadece birisiyle idare eden insanlarla tanışmamın sene-i devriyesi..

Yüzüksüz  arşınladığım kalelerin başındaki yollarda gariptir ki sol parmağıma  işlediğim yeni  soy adımla adımlıyorum aynı çıkmazları… Yalnızlığımı elimden alan adama şükrederek adımlıyorum o yolları..

Karadeniz’imin yeşillerini  biriktirdiğim ruhumdan çalıyorum ömrümü..  Hayallerimin sığlarında boğuluyorum farkında olmadan. Bu kadar imkansızında uçarcasına sallanacağımı düşlememiştim oysa ki..

Yağ satıp da yanına balını iliştiren çocuklarla kaçan tavşanların onları kovalayan tazıların peşlerine düşüşlerim belki de bu yüzden..    Zürafaların aşkına fillerin düştüğü şaşkınlıkla  yumuyorum gözlerimi bir sonraki sabaha..

Biliyorum bir gün postacı gelecek. Ve bana selam verecek.. Sonrasında elimdeki valizime sıkıştırıp iki koca dili ve  uçurumun ayırdığı diyarları alıp başımı gideceğim ait olduğum yere..  Aklımı bırakıp yol alacağım bir asır ötesine.. Geçmişlerden geleceğe uçacağım  adıma ayrılmış koltukta  hem de..



4 Nisan 2012 Çarşamba

Atabarı

Bugün güneşe yakalandım saklandığım yerden . Tüm gücümle koştum ama sobeleyip vuramadım avuçlarımı okulumun duvarlarına..
Nisanın yirmi üçlerine hitaben çocuklarımla, bahçesinde narların olduğu, ayvasında en güzel bağların olduğu diyarlardaymışçasına halaylar çekiyoruz. Güneşin sarısını görebilip sıcaklığını hissedemese de çocuklarım en güzel tebessümleriyle çıkarıyorlar ıceplerine gizledikleri bayrakları.. Öpüp alınlarına dokunduruyorlar usulca. Gözlerim gün aydınlığıyla en taşkın nehirlere inat salıverse de tüm sularını yer yüzüne doğru elleri koyun kokan toprak yüzlü bereketli çocuklarım siliveriyorlar yanaklarıma süzülenlerimi..


Kol kola giren çocuklarımın gülüşlerine saklıyorum özlediğim gülüşleri..
Atabarında halaylar çeken, çift jandarmada salına salına dans eden, Artvin'e her oynayışlarında selam gönderen çocuklarımın heyecanına saklıyorum vuslat anımdaki bedenimi sarsacak kalp atışlarımı..



Bir gün çıkıp geleceğim uzak yollardan Akdeniz'in tuzlu sularına doğru..

Bir gün özlediğim gözlere karşıdan bakabileceğim..

Biliyorum bir gün  sımsıkı sarılabileceğim sevdiklerime..


Ve o gün çocuklarımdan ayrılacağım..

Kavuşmalar ayrılıklardan doğsa da koca bir hayat getireceğim çocuklarımdan topladığım papatyalarımın sarısıyla..

24 Şubat 2012 Cuma

Asla!


Koyun koksalar da , bir evin on küsürüncü çocuğu olsalar da, ülkemin en kalabalık ilinin Van olduğunu sanıp Van Denizini görenler göl nedir bilemese de, hayallerindeki evin maketini yaparken balkonlu ve en yüksek kata kendilerini oturtsalar da, hapse düşen babalarına iftira atıldığına da inansalar, her gün izledikleri haberleri anlatırken tek ilgilerini çeken terör olayları olsa da, kurtların saldırısına uğrayıp kolları kırılsa da evlatlarımın;
biliniz ki tüm karanlıklara rağmen sol yanlarında yumrukları kadarını taşıyorlar ve çocuk kalplerinde en sıcak güneşi doğuruyorlar öğretmenlerin avuçlarına..

Ve evet;
Çocuklarım olmadan asla!

10 Şubat 2012 Cuma

Kardelenler

Soğuk ve sınıf perdelerinin rüzgardan sallandığı sınıfımın sıralarına koca yürekli minik dört kızımla oturmuş hikayeler yazmaktayız. Hayallerimizi damla damla mazimizden çalıp beyaz kağıtlara dökmekteyiz "Şu bat"an güneşin karanlıklarında. Elektriksiz geçen bu öğle vaktinde okulun sol tarafındaki mezarlığa gömerken köylüler yaşlı bir nineyi, biz ise içine meyve suyu sıkıştırılmış ayıcıkları yiyoruz afiyetle. Esmer kızım sağ tarafımda ; iyi yürekli Ezgi annenin Kuzey'inden kopan şekerlemeleri ve çikolataları sevinçten dolan gözlriyle yudumlarken dudaklarıma bırakıveriyor en beğendiklerini ve yemeye kıyamadıklarını.
Zeybeklerin sarısına boyarken yüreklerini, göz pınarlarından dökülüvermekte beyaza bulanmış incileri. Süzülürken elma yanaklara inciler kristalleşmekte an be an.. Ben ise özlemekteyim kızlarımla. Sıcaklığı, denizi, gidilmemiş ormanları, büyük büyük şehirleri, umutları, apartmanları, keman seslerini özlemekteyiz sarılarak birbirimize. Üşümüş ellerimizle sıkı sıkı tutarak saç tellerimizi hayaller kurmaktayız 5-B sınıfının pencere kenarındaki yanmayan kaloriferin dibinde.

Biz bir hayat inşa ediyoruz bugün pınarların donan yerlerinden ayaklarımız kayarak. Düşüyoruz ve her düşüşümüzde yeniden düşlüyoruz açık maviye bulanmış gökyüzünü. Salıncaklar kuruyoruz buz tutan ağaçların dallarında. Kuşlar ne zamandır uğramıyor cam kenarlarımıza ya; biz selam gönderiyoruz dağlarından yamaçlarından yankılanan sesimizle.


Kış gitmek bilmiyor ve biz uzunca bir süredir üşüyoruz. Soğuklar çocuklarımı yakınlaştırdıkça bana tüm isyan bayraklarımı boyuyorum beyaza. Geri çekiliyorum savaş verdiğim şansımın karalarından. Bu kez denizden geçeceğim taarruza, yanı başımda elleri kalem tutan kardelen kızlarımla.

Karanlık sınıfımda öğrenirken kızlarım Edison’u ve şaşırırlarken Einstein’in özgeçmişine; açıveriyorlar çiçeklerini tüm beyazlığın gölgesine doğru.

Kızlarım büyüyorlar. Ben ise şahlanıyorum gururdan.
Güzel günler göreceğiz. Ve motorları mavilere süreceğiz. Tüm çocuklarımla denizin en berrak yerine balıklama dalıp, dipten çıkaracağız istiridye kabuklarını. Taç yapacağız kumların sıcağından. Ve biz kazanacağız bu savaşı tüm yoksulluğumuza inat..

Savaşın bizi karlı dağlara götürdüğü günde de gölgesine sığınacağız ay yıldızımızın...

11 Ocak 2012 Çarşamba

Odam Ateş Denizi

Yalnız  gecelerimden birinde bu kez üşümüyorum . Yanıyorum. Odamı sarımtrak ateşler sarıyor bu gece. Sararıyorum hem ateşten hem korkudan. Öyle bir yangında yüzmekteyim ki vurgun yiyorum ışığa doğru kulaç attıkça. Öksürüklere dalıyorum balıklama, en güzel taşları çıkarıyorum dipten yetmiyor, bir de boy veriyorum beni sahilde bekleyen aileme sonra stilimi değiştiriyorum, kurbağalama yüzüyorum zamana inat. Onun hızında ilerliyorum ateşin dalgasında.Kıyıya varamadan boğuluyorum, özlediğim tarih kokan ışıltılı boğazda. Doğduğum diyarlar, sol elinde şemsiye tutan oyalı mendiliyle yüzünü örten bir kadının attığı voltalarda düğümlenerek geçiyor gözümün önünden. Üsküdar kokuyor kirpiklerimin altındaki ıslaklık. Bir vapurun köpük saçarak aştığı maviliklerde uçuşan martıların kemirdiği susamlar kokuyor saç tellerim sanki.
Rüyalarla savaşırken sen, acımasızca ve de korkusuzca sanal alemlerde sörf yaparken alabora oluveriyor birden nefretler savurduğun şansın.Yılmıyorum senin adına.Şahsına münhasır kağıtlardan gemiler yapıp saldıkça tek takıldığım odamın sularına,  tebessüm ediyorlar sanki çatısı akan duvarımda bana..

Geceler erkenden bastırınca kalelerin başına, kaptırıveriyorum tek nefes koşarak aldığım ve ebelenmeden kaçarak kurtardığım mendilleri. Yeniliyorum masum bir oyunda tüm çocuklara. Görmezden geldiğin, karalarını akıttığın çocuklarıma yeniliyorum. Rengarenk balonlarıma akıtıp nefesimi, usulca salıveriyorum dağları bombalayan helikopterin gezindiği semalara. Avuçlarımdan göğe doğru düşerken balonlar, hırçın bir kuşa yem oluyorlar birden. Bense nemli gözlerimle seçmeye çalışıyorum adının yazdığı pamuklardan dikilmiş bulutları.
Göremiyorum. Yeşile bürünmüş kutudan çıkarıp orta boylu tıknaz mumu mor çakmakla yakmaya çalışırken alevlerin parladığını görüyorum..
Hem yanıyor, hem ağlıyorum. Lakin korkmayasın sakın, gözlerime bir zeval vermiyorum..

Karmaşık,uzun ve dolambaçlı cümlelerimde gezdirirken aşkımı farkediyorum ki özlemim dilimde çadır kurmuş süslemekte tüm kelamlarımı...


Vakit tamam. Bir gün daha eksilirken aşk takvimimden ben usulca pembe kalplerle donatılmış yatağıma doğru yol alayım..

10 Ocak 2012 Salı

Kocagöz ile Kör Prens



Evvel zaman içinde kalbur saman içinde uzak diyarların birinde siyah uzun saçlı al yanaklı güzel mi güzel bir Kocagöz yaşarmış.Bu Kocagöz’ün öylesine büyük ve iri gözleri varmış ki dünyadaki bütün insanların neler yaptığını görebilirmiş.Gözlerini her açıp kapatışında öyle bir rüzgar esermiş ki kirpiklerinden, taş taş üstünde kalmazmış.Lakin gözleri o kadar güzelmiş ki bir bakan kendisini onlardan alamaz deli divane aşık olup dağları aşar,çölleri delermiş.





Günlerden bir gün Kaf dağlarının ardından kopup gelen bir haberci bulutların ötesindeki bir ülkenin kör prensinin bir davet vereceğini ve bütün halkın davetli olduğunu duyurmuş.Bunu duyan bütün halk günler öncesinden hazırlanmaya başlamış.Gel zaman geçmiş git zaman gelmiş kocagöz ve dostları prensin davetini geri çevirmeyip saraya doğru yol almışlar. Az gitmişler uz gitmişler dere tepe düz gitmişler sonunda prensin sarayına varmışlar.





Sarayın altınlarla kaplanmış kapısından adım atmışlar. Saray öylesine kalabalıkmış ki fazladan bir kum tanesine bile yer yokmuş .Derken prensin gelenleri selamlamasıyla gece başlamış ,bir yanda dans eden çiftler bir yanda prense aşık gençler geceye renk katmışlar .Kör prensin o kadar hassas kulakları varmış ki karıncaların fısıltılarını bile duyarmış.Saatler ilerledikçe saraydan yükselen kahkaha sesleri bütün ülkede yankılanmaya başlamış.





Bu arada Kocagöz ay üzerinde uyumaya çalışan minicik devleri görürken gözünden bir damla yaş süzülüvermiş. Bir papatyanın üzerine düşen bu damla birdenbire lal bir meleğe dönüşüvermiş."Ah" diye sızlanmış kocagöz. "Benim gözüm neden bu kadar büyük? Görmeyen onca insan varken haksızlık değil mi ki bu?" Küçük melek elindeki sopasıyla şöyle yazmış bulutlara:


“ bir gün elbet görecektir bütün gözler,


o gün geldiğinde de gülecektir yüzler,


sen o günü bekleyedur gözlerini değil dilini konuştur.”





Bunları yazar yazmaz kayboluvermiş melekçik.Düşüne düşüne salona geri dönüvermiş kocagöz. Tam kapıdan girerken yedi cihanı titreten naif,güçlü kadifemsi bir sesle irkilmiş.Peri kızını andıran bir edayla gözlerini çevirivermiş sesin geldiği tarafa.Lakin o da ne?gözlerine inanamamış olduğu yerde taş kesilivermiş bir anda.





Kocagöz karşısında okyanus mavisi ve orman yeşili gözleriyle kendisine doğru bakan prensi görür görmez içindeki seslerin sustuğunu hissetmiş.Prens öylesine büyüleyici bir şekilde konuşuyormuş ki kocagözün buz kesen yüreği bir anda erimeye başlamış . "Ah" demiş prens " demek siz de gecenin bahşettiklerinin farkındasınız.keşke kokusunu duyduğum şu karanlı bir an da olsa görebilseydim." "üzülmeyin prensim "demiş kocagöz. " bunun bi yolu var."





"Şu okyanusun ardındaki küçücük adada tek başına yaşayan uzun sakallı bir bilmiş var.Bütün ömrünü dertlere deva bularak geçirmiş.Lakin öyle herkesleri kabul etmiyor yanına.Kendi devana duyduğun isteği istiyor avuçlarına.Ay düşmeden gökten düşüverelim yollara.." demiş kocagöz.Prens bir umut kabul etmiş bu teklifi.Kocagöz ve kör prens o gece koyulmuşlar yola.Az gitmişler uz gitmişler 3gün 3gece azgın dalgalara karşı kürek çekmişler.Yüzüp yüzüp kuyruğuna gelmişler.





Sonunda ıssız ve vahşi bir adada tek başına yaşayan uzun sakallıyı bulmuşlar.Yanına girip durumu anlatmışlar.Uzun sakallı "tek bir şartım " var demiş kör prense..Ve uzunsakal başlamış anlatmaya


“7 gün batımı boyunca gezeceksin benim ıssız adamda


Yalnızca bir kişi anlatacak gördüklerini sana


ve sen hepsini çizeceksin sana vereceğim kağıtlara.


İçlerinden en gerçekçi olanından bir göz yapacağım sana.”





Kör prens kocagözle birlikte düşmüş yine yollara.Kocagöz gördüğü ne varsa anlatmış tüm ayrıntılarıyla.Öyle güzel anlatıyormuş ki çiçekleri ,böcekleri ,ağaçları ve ormanları hayran kalmış kör prens tüm bunları anlatana..





7 gün boyunca bütün adayı gezmişler.Son gece ay çıkınca gökyüzüne bir ağacın altına sığınmışlar yine.Kocagöz o kadar yorgun düşmüş ki anlatmaktan oracıkta uyuyuvermiş hemen.Kör prens usulca eğilmiş kocagözün yanına.rüzgarla birlikte uçuşmaya başlamış kocagözün saçları.cennet gibiymiş kokusu.yavaşça yüzüne dokunmuş , gözlerine takılıvermiş eli ,sonra upuzun kirpiklerine değmiş usulca..Kör prens dayanamamış almış eline uzunsakalın verdiği kağıtları başlamış çizmeye ellerinin hayalinde bıraktığı izleri..Sonra yıldızlar dökülüvermiş gökten,güneş görünmüş birden.Uyanıp en derin uykulardan gidivermişler uzunsakalın yanına.Almış eline resimleri saatlerce incelemiş uzunsakal.Hepsi o kadar gerçek gibiymiş ki çok şaşırmış. Fakat bir tanesi adeta bir fotoğraf gibiymiş."Tamam " demiş kör prense.."Bir gün içerisinde göreceksin sen de.."


"Günbatımına kadar bana biraz izin ver" demiş uzunsakal. "Sen de git biraz dinlen”. Kör prens adanın en muhteşem kıyısına gitmiş sevinçle.Hoplamış zıplamış bir süre,çığlıklar atmış gönlünce.Sonra atıvermiş kendisini denize.. Derken batıvermiş gün gizlice.Kör prens martıların yardımıyla soluğu almış uzunsakalın evinde."Uzan bakalım" demiş uzunsakal."Şimdi hiç korkmayacaksın.Ve derin bir uykuya dalacaksın ..uyandığında da rengarenk olacaksın.."





Uzanmış masaya kör prens.Başlamış kalp atışlarını saymaya..1,2,3,4,5 derken dalıvermiş son kez karanlıklara..Çiçekleri duymuş en güzel şarkılarını mırıldanırken.sonra bulutlar çıkmış bir anda..Mavileri öpmüş uykusunda. Derken uyandırılmış en tatlı uykusundan.Uzunsakal açıvermiş kör prensin yüzündeki örtüyü.Kör prens derin bir sessizliğe gömülmüş.sağa bakmış sola bakmış..Ellerine bakmış sonra kendi ellerine..Renkleri görmüş pencereden bakmış etrafa..





Sonra kocagözün yerini sormuş uzunsakala."Gitti "diyebilmiş uzunsakal.Peki ama neden??? İnanamamış kör prens hemen koşuvermiş peşinden.Kokusundan izini sürerek yakalamış kocagözü.Lakin o da ne? Kocagözün diğer gözü de nerede? Tam o anda anlamış olan biteni.İkisi de bir aşk meleğinin olmuş esiri.Öpüvermiş prens kocagözü.Gülüvermiş her ikisinin de yüzü.tam o anda yine görünmüş aşk meleği. Ve anlamış kocagöz meleğin niyetini.


Masal bu ya evlenivermiş bizim ikili.Kırk gün kırk geze düğün yapmışlar hem de pek afili.Eee onlar ermiş muradına biz de çıkalım kerevetini=) ee gökten de düşmüş elmaların en irileri lakin hepsini de yemiş bizim gonci delisi=)

9 Ocak 2012 Pazartesi

Teneffüs



Bir nefeslik aranın en soğuğunda karları aşarak içim ürpererek adım attım evime..Birkaç dakikaya sığdırılmış teneffüslerimden birindeyim.dün gece yağan kardan mıdır bilinmez sol yanımda bir kabarıklık hissediyorum.Acıyorum.Ne derdime bir çare bulabiliyorum ne de hastalığıma bir deva..Yoklukların memleketinde "Anadolu"yu işliyorum Türkçe dersinde. Anadolu'nun güzelliklerini anlatıyorum çocuklarıma. Haydarpaşa'dan Antep'e uzanan bir yolculuk yapıyoruz birlikte.. Ülkemin batısını anlatıyorum çocuklarıma. Denizi anlatıyorum dalgalarıyla. Karadeniz'deki yunusları anlatıyorum. Ağustosu, kirazları, yazın cıvıltısını, elma şekerini, pamuk şekerlerini anlatıyorum çocuklarıma.. En mahsun bakışlarını fırlatıyorlar meslek hayatıma. Doğunun dışına çıkıp birkaç gün kalan çocuklar en mağrur tavırlarını takınarak hava atıyorlar diğerlerine. Trene bindiklerinden olsa gerek pek bir batılı gibi davranıyorlar. Kıyamıyorum. Ülkemin tarihi güzelliklerini fotoğraflıyorum çocuklarımın ışıltılı gözlerine. Bildikleri en iyi müzik sanatçısının "müzük örtmenleri"nin olduğu bu coğrafyada bütün sevgimi onlara harcıyorum cömertçe.


Sınıfıma adım adım ilerlerken içerden gelen bağırışlara çağırışlara aldanmadan kapıyı açtığımda mum gibi dizilen öğrencilerimin gözlerine bakıyorum her öğlen.. Bir konuyu araştırmak için köpeklerin, kurtların saldırılarına göğüs geren cesur öğrencilerime bakıyorum her gün.. Saçıma dokunmak için birbirini ezen, her akşam çıkışta yanağıma öpücükler konduran, sınav kağıtlarına sevgi dolu cümleler yazan öğrencilerime bakıyorum hayran hayran.. Doyulmuyor güzelliklerine. Saflıklarına. Temizliklerine..

Büyümeseler keşke..
Bir ideolojinin kurbanı olmasalar büyüyüp de..
Bir inanışın peşinde sürüklenmeseler keşke..
Dağlara hapsolmadan büyüseler ya da..
Ektiğim fidanlarım ülkeme meyveler verebilse keşke hiç taşlanmadan, korkutulmadan..

Bu memleket bizim de peki bu dağlar kimin?
Bir garip hale düştüm nicedir.
Gitmelere çok kala bir tuhaf rüzgara kapıldım uçuşuyorum..
Sürükleniyorum.
Çocuklarımla..

Tüm öğretmenliğimle ve de goncalığımla..

On beş Tatil


Bir rüzgarın peşine kapıldım gidiyorum sol yanımdaki sancılarımla.
Görüp görebildiğim dünya; bir heykeltraşın aylarca oyduğu taş duvarlara sıkıştırılmış bir pencerenin dışında posterleştirilmiş uçsuz bucaksız beyazlık.Beyazın her çeşidine rastlamak mümkün bu diyarlarda.Erimedikçe üst üste yığılmış mavimsi beyazlık,çocukların oyunlarına ev sahipliği eden kirlenmiş ayak izli siyahımsı beyazlık,koyunların yünlerinden akan sarımsı beyazlık. Temizini bulamıyor insan bu coğrafyada.
Şimdi ise bir sandığın en ücra köşesine kitlediler beni. Naftalin dahi kokmuyor üstelik bu karanlık. Oyalı mendil de yok,rengarenk patikler de.Ne bir masa örtüsü var üstümü örtmeme yarayan ne de bir havlu kenarı var alnımdaki teri kurulayan..
Sıkıştım kaldık bu dağda. Hapsedildi tüm emeklerim ülkemin en doğusuna. İki bin küsürlü şu rakımda Müzeyyen Senar dinlemek yetiyor sarhoş olmak için beyaz peynirle donatılmış masalarda. Ne yana kaldırsam başımı gözüm kamaşıyor yüksek yüksek tepelerdeki beyazlıklardan.. Aşrı aşrı memleketlere postalamışlar gelinlik kızları, annelerin yelkeni yok, babaların bir atı yok. Kurtuluş yok. Çıkış yok.

Bir avuç deniz yürekli dalgalı ruhlu insanları kusmuşlar sanki bu dağlara.
On beş gündü yumruk kadar sol yanları mutlu eden.
Sadece on beş gündü yüz güldüren, ana sıcaklığında bedenleri ısıtan, baba yüreğinde güven bulduran. Kardeş kokusunda sarhoş eden. On beş gün..

Olmadı.
Şimdi kocaman baharı bekleme vakti kavuşmak için vatana.
Yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz,yatcaz kalkcaz...
O güneş hiç doğmayacak gibi sanki.
Haziranlarda ölmek zorlaşacak gibi.
Temmuz hiç gelmeyecek gibi sanki dört nala.

 Herkesler gidecek de topraklarına, ben volta atacağım okulumun bahçesinde.
Pınarların eşmesinin duvarlarına çentikler atacağım.
Bir şafaktan bir şafağa sayacağım günlerimizi...

Acıyor sol yanım...