10 Kasım 2012 Cumartesi

Ay Hapsi

  Sarı sonbahara uyandım  birbirini takip eden ve esas duruşa geçen sayıları doğuran bu sabah. Bir fırtına tuttu beni sonrasında.. Sancılarımla besteledim yanık türkülerimi...  Ben yaktım ucundan notaları,  gözlerim çaldı bedenimi saran tellerin konuşturduğu bağlamayı.. Dile geldik bugün yanan canımla.

Bir değişiklik yapıp pembe duvarımda sallanan Eyfel Kulemin solundaki mezarlık manzaralı balkonuma çıktım bugün. Volta attım üç adımlık mekanda. Derin derin nefesler aldım sonra buğusundan küçük beyaz bulutlar doğurduğum..Mehtaba  karşı Türk Kahvemi de yudumladım telvesinden geleceğimi yorumladığım, dlieklerimin ucuna ip bağlayıp fincanımın en derinine salladığım..

Odamın her köşesini arşınlayıp,  her açıyla  diz çöktüm kesilmeyen elektriğin aydınlattığı televizyonumun önünde..

Ağustosun en altısında  kanaviçe işler gibi ince ince işlediğim soyadım, boğaz turları atarken yoldaşlarıyla,  ben ise mutfak pencereme koştum bir hışımla. Yaprakların hışırtısını dinledim bir değişiklik yaparak. Yağmurun senfonisine kulak verdim sonra. Ayaktaydım lakin yorulmadım.. Sadece yalnızdım oysa ki..

Susturdum sonra doğayı tüm sarışın ve uzun tırnaklı hemşirelere inat. Avaz avaz sustum ben de. Öyle susuşlarım oldu ki bu gece;  kalabalığın arasında  seyahat eden yanık kahkahalara  karışıverdim gizlice..

Uzaklardan yakaladım,  limon kokulu bir bulaşık deterjanıyla boyanmış baloncukları.. Avuçlarımda duruyor hala..

Nefes nefeseyim. Can acılarımı hüzünlerime karıştırarak potpori yaptım tüm İstiklal'de avare avare gezinebilen   insancıklara..  Canları sıkıldıkça şöyle bir tur atıp bir de deniz havasını da heybelerine ekleyip hala iflah olamayan insancıklara..  Her hafta sonu gürültüler büyütüp batıya migren olan insancıklara işte..


Üç odalı ülkemde Kasım'daki yasımı tutuyorum halbuki ben..

Artık güneşi geç batırmak istiyorum ve de ben...













9 Kasım 2012 Cuma

Sim


Karanlığı mesken bellediğim ;  kışa  asker selamı çakan beli bükük bahar günlerinde;  ayağıma sardığım sarı simli patiklerle ısınmanın acı tatlı hüznünü yaşamaktayım. Hangi buruşmuş, yıllara analık etmiş ellerin,  günlerce yorulmadan dokuduğunu bilmesem de,  o kınalı ellerin ait olduğu simaları tanımasam da şükrediyorum  heybetli bir çınarın gölgesine meylettiğim odamın sağ köşesinde..

 Karıncaların kıvrımlarına hayretliğimden midir bilinmez günlerdir aynı sabır ve sükunetle rakamları öğretiyorum çok aylıklarıma.  İlk göz ağrılarımla kan bağlarının kuvvetliliğinden, yabancılık çekmiyorum hiçbirinin yüzüne..  Ellerimle doyuruyorum karınlarını, ellerimle temizliyorum burunlarından dudaklarına doğru süzülenleri.. Sarıp sarmalıyorum her birini.  Kalp atışlarını dinliyorum onlara dokunduğumda. Fırtınanın dalgalara çarpışı gibi ivmeli oysa..

Dağlarına bir türlü alışamadığım şu diyarlarda çocuklara saklıyorum tüm anaç duygularımı.  Islak kalemlerine dokunduğum o anda  iğrenmediğimi hissettiğimde,  düğümleri çözmekle uğraşıyor ses tellerim.  Boğuk, donuk ve titrek vızıldıyorum sonrasında..

Çöp kovasını iki yanından tutmuş okulun arkasında açılmış kuyuya dökmek üzere yol almış  ikizlere ilişiyor gözüm .  Savaş’ın ve Barış’ın aslında ne olduğunu o  an anlıyorum.. İkisinin de tek amacı döküvermek birikenleri.. 


Ne tuhaf… Belki de seksenlerin son demlerinde baş gösteriyordu böyle yokluklar..
İlk kez güneşin  ülkemin doğusuna gülümsemesinden midir yaşanılan bu derin karanlık bilinmez ama  sıcak günlerde kalın parkalarına  gizleniyor elleri kara ve büyük adamlar. Başlarındaki çembere sıkıştırıyor  eşmelerin pınarlarındaki kırmızı yanaklı kadınlar şişi inmiş karınlarına sığdırdıkları yeni dünyaları..
Dağ havasını  ilk kez solumamın, baba ocağımdan ayrılmamın  üzerinden bir koca yıl geçirdim. Özünde dört  mevsim barındıran ülkemin sadece birisiyle idare eden insanlarla tanışmamın sene-i devriyesi..

Yüzüksüz  arşınladığım kalelerin başındaki yollarda gariptir ki sol parmağıma  işlediğim yeni  soy adımla adımlıyorum aynı çıkmazları… Yalnızlığımı elimden alan adama şükrederek adımlıyorum o yolları..

Karadeniz’imin yeşillerini  biriktirdiğim ruhumdan çalıyorum ömrümü..  Hayallerimin sığlarında boğuluyorum farkında olmadan. Bu kadar imkansızında uçarcasına sallanacağımı düşlememiştim oysa ki..

Yağ satıp da yanına balını iliştiren çocuklarla kaçan tavşanların onları kovalayan tazıların peşlerine düşüşlerim belki de bu yüzden..    Zürafaların aşkına fillerin düştüğü şaşkınlıkla  yumuyorum gözlerimi bir sonraki sabaha..

Biliyorum bir gün postacı gelecek. Ve bana selam verecek.. Sonrasında elimdeki valizime sıkıştırıp iki koca dili ve  uçurumun ayırdığı diyarları alıp başımı gideceğim ait olduğum yere..  Aklımı bırakıp yol alacağım bir asır ötesine.. Geçmişlerden geleceğe uçacağım  adıma ayrılmış koltukta  hem de..